25 Şubat 2012 Cumartesi

Amsterdam


Klasik bir yemek-gezi yazısı, gezginin yemeye bayıldığı, keşfedip mutlu olduğu yemekleri ballandıra ballandıra anlattığı, bir de üzerine güzelim fotoğraflarla bezediği iştah açıcı bir yazı oluyor. Herkes size yediklerini anlatacaktır. Gelin ben size yiyemediklerimi anlatayım, zira Amsterdam'da birkaç güzellik dışında karnımı doyurmaktan başka bir şey yapamadım. Ama bunda Amsterdam'ın çok da büyük bir suçu yok, meteliğe kurşun atarak, öğrenci usulü ancak uçak otel parası denkleştirip gidince öyle oluyor.

İyi ki yanımda götürdüğüm, kendi yaptığım Corova bisküitlerim ve La Torta Caprese'lerim vardı da, büyük bir kriz yaşamadım, ki ünlü bir Brest-sendromum vardır, böyle Evropa'lara gidip aç kalırsam fena halde ağlayıp sinir krizine girebiliyorum, neyse bu başka bir yazının konusu...


Beklentiyi düşük tutmak, hatta bir şey beklememek hem böyle çulsuzluk anlarında çok faydalı hem de Amsterdam gibi öyle gastronomi başkenti falan olmayan bir yer için anlamlı. Aklımda hep peynirler, peynirler, peynirler, hep somonlar, somonlar, harengler, harengler, marine balıklar, balıklarla gittim yine de. Bu kadar peynir aşkına bir fondü yemeden dönmem diyordum, fakat tahmin edebileceğiniz gibi... Aman da aman çok güzel bir fondücü var oraya gidelim, yok rezervasyon lazımmış, tamam canım ararım yaparız, fekat kredi kartı geçmiyormuşşşş. Yani cebimizde olmayan paranın yanılsamasıyla bir keyif çattırmadılar. Biz de en ucuz ne buluruz diyerek Leidseplein'daki 5 euroya kocaman boktan pizzalar satan dükkanda karnımızdaki zili durdurduk, yani ben, çünkü M.'nin zaten karnı hiç acıkmıyor.

Efendim sonra dedim ki madem peyniri erimiş bulamıyorum, gider alır ağzımda eritirim. Yine cebimizde 5 cm2'lik dünyanın her yerinde geçmesi gereken, hatta sevimli memleketimde çiklet bile alırken işe yarayan kredi kartlarımız süpermarketlere giriyoruz, sepeti olağanüstü çeşitteki ve gayet uygun fiyatlı peynirlerle, şaraplarla, balıklarla, hatta envai çeşit suşilerle falan dolduruyoruz...ama gelin görün ki marketten elimiz kolumuz boş çıkıyoruz...Yaaaaa işte böyle de acıklı çok market hikayem var. O kadar az yerde kredi kartı geçiyordu ki biraz gerilmedim desem yalan olur. Tabii bu arada söylemem gerekir ki dünyanın bu en güzel insanlarının büyüleyici şehrinde kimse pek yemeye içmeye düşkün değil ki -pardon içme kısmını çıkarıyorum- etrafta pek de market falan yoktu. Fransa'daki gibi, hele de şehrin merkezinde, adam akıllı, aşırı turistik olmayan peynirci dükkanları görmeyi bekliyordum, ne yazık ki sadece 1 tane bulabildik.

Sonra etrafta Brel'in şarkısındaki des moules et des frites,  des frites et des moules aradık, bir yerde bile midyeci bulamadık. Ama yiğidi öldür hakkını yeme demişler, karavanımsı kiosklarda satılan, o olağanüstü lezzetteki marine balıkları başka yerde bulmak da zordur. Şimdi yazarken canım istedi feci halde, onlar ne güzel somonlar, ne güzel harengler, ne güzel marineler, tuzlamalar... Beni kesinlikle doyurmadı, yedikçe yiyesim geldi, hatta yedim de ama her güzel şeyin bir kusuru vardır; beş gün boyunca ellerimden, yüzümden kokuları çıkmadı :) Hatta M. ellerine, ağzının üzerine, burnunun ucuna falan içtiği kahvelerden sürdü ama nafile...

Amsterdam'ın yeme-içmeye dair beni en çok etkileyen şeyi kesinlikle eco marketleri oldu. Gözlerime inanamadım, neredeyse her şeyin organiği var, her şey taptaze ve buraya göre inanılmaz ucuz, hatta organik olmayan ürünlerle neredeyse aynı fiyattan. Tabii New York'taki eco marketleri görmüş olan M. için benim şaşkınlığım pek bir şey ifade etmedi ama ikimiz de imrenmedik dersek yalan olur. Hatta Amsterdam'da hiç turistik fotoğrafım yok, sadece eco market fotoğrafı çektim galiba :))


 Biralara hiç girmiyorum, bilen biliyor, hatta biradan iyi anlayanlar daha iyi biliyor; favori içkim olmamasına rağmen içtiğim tüm biraları çok beğendim. Aslında ben en çok hangi birayı içmekten zevk aldığımdan öte nerede içmekten keyif aldığımla ilgilendim. Asmalımescit'teki biricik mekanını, Badehane'sini kaybetmiş biri olarak Cafe Brecht'e bayıldım, dibim düştü. Öylesine sıcak, samimi ve aklıbaşındaydı ki şöyle bir alnından öpmek istedim. 1950'lerden kalma Alman babaannenizin -hangimizin var ki -oturma odası gibi döşenmiş, Brecht'ten yazılarla bezenmiş mükemmel bir zaman tüneliydi. www.cafebrecht.nl

Cafe Brecht


Zar zor arayıp bulduğum, Amsterdam'ın en iyi pastanesi Holtkamp küçücük bir dükkan, bana İnci pastanesini anımsatan mütevazi bir yerdi. Ölüp bitmedim, çünkü yaptıkları tartların ve pastaların daha güzellerini ben yapıyorum zaten -ne kadar da mütevaziyim!!- ama ortalamanın da üzerindeydi. www.patisserieholtkamp.nl

Holtkamp ve Pastları


Bir de şehrin en iyi çikolatacısı olan Puccini Bomboni'ye gittik, tahmin edilebileceği üzere ben asıl ismine vuruldum. Çikolataların kötü olma ihtimalleri yoktu zira Valhrona kullanıyorlar ve en fazla bir haftada tüketilmesi gereken, katkı maddesiz elde yapımı çikolatalar üretiyorlar. Yine altı adet çikolataya aldıkları dudak uçuklatan paradan sonra insanın hem tadı tuzu kaçıyor hem de "vallahi çok daha ucuza Z. bunların alasını yapardı" dedittiriyor. http://www.puccinibomboni.com/
Puccini Bomboni

Amsterdam'a ne kadar çok aşık olduğumu ancak başka bir yazının konusu yapabilirim. O benim artık mahsun prensesim. Yiyemediğim her şey için ona geri döneceğim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder